Bilim kurgu, bilimle kurgusal anlatımı birleştiren harika bir sanat dalı. Her ne kadar bilim kurgu öykülerinde anlatılanların sınırı olamayacağı düşünülse de, bu anlatıların temel fizik yasalarına veya mantığa aykırı gelmemesi gerekir. Bir bilim kurgu yapıtını başarılı kılan da, anlatılan kurgunun özgünlüğünün yanı sıra, işte bu bilimselliğidir. “Bilim kurgu Bilimi” yazı serisinde Bilim kurgu sinemasında öykülerin ne kadar “Bilimsel” olduğuna bakacağız hep birlikte. Bu yazıda, son zamanların en dikkat çekici ve başarılı bilim kurgu filmlerinden biri olarak karşımıza çıkan Arrival’ı mercek altına alıyoruz. DİKKAT: Spoiler Alert (İçerik hakkında deşifre edici bilgi uyarısı)
Yönetmen koltuğunda Denis Villeneuve’nin (Sicario, Prisoners) olduğu Arrival, son zamanlarda Bilim Kurgu alanında daha sık karşımıza çıkan ve kişisel öykülerin daha ön planda olduğu bir anlatım tarzını benimsemiş yapıtların en başarılı örneklerinden biri. Ted Chiang’ın “Story of Your Life” adlı öyküsünden uyarlanan filmde, uzaylıların son teknoloji ürünü gösterişli silahlarıyla insanlığı dize getirmesinden çok, dil bilimci Dr. Louise Banks’in (Amy Adams) Uzaylıların Dünya’ya gelişi ile birlikte değişen hayat öyküsüne şahit oluyoruz. Louise’in hayatıyla birlikte, insanlığın da kaderi sonsuza kadar değişiyor.
İlk Temas
Filmin başlangıcında, uzaylıların İnsanlarla olan ilk temas sahnesi, maalesef “Independence Day” ile başlayan “havada asılı duran uzay gemileri” klişesinin kurbanı olmaktan kurtulamamış. Aslında, sahip oldukları teknoloji düzeyi düşünüldüğünde Uzaylılar’ın Dünya’ya gerektiğinden çok daha büyük ve gösterişli gemilerle gelmelerinin hiçbir bilimsel mantığı yok. Henüz bir filmde konu edilmemiş olsa da, uzaylıların Dünya’ya gönderecekleri ilk aracın oldukça minyatürize (bir atom boyutunda da olabilir) robotik araçlar olması daha olası. Bu klişenin haricinde, geminin tasarımı, ve yapay yer çekiminin yarattığı etki oldukça gerçekçi verilmiş. Dikey duran elipsin, yeryüzüne en yakın yüzeyinde açılan bir kapıdan uzay gemisine giriş yapan ekip, bir platform yardımıyla geminin içinde doğru yükseltiliyorlar. Daha sonra önce yer çekimi azalıyor, ve daha sonra da dikey yüzeyde yürümelerini imkan veren yeni bir yer çekimi alanına ufak bir sıçrayışla geçiş yapıyorlar. Yer çekimi kuvvetini yönlendirmeyi başarabiliyor olsaydık, ortaya çıkan etki büyük ihtimalle gerçekte de bu şekilde olurdu.
Burada, Star Wars ve Uzay Yolu gibi öykülerde gördüğümüz, “Evrendeki Tüm Dünya Benzeri yaşam formları birbirlerinin gezegenlerinde rahatça nefes alabilirler” klişesinin aşılmış olması, Arrival’daki uzaylıları biraz daha gerçekçi kılıyor.
Dünyalı ekip uzay gemisinin içine girdikten sonra, Uzaylılar’la temas kurulan bir hole ulaşıyorlar. Daha sonra Dr. Banks’in cesaret gösterip koruyucu giysisini çıkarmasıyla, Bu odada aslında Dünya benzeri bir atmosfer oluşturulmuş olduğunu anlıyoruz. Uzaylılar ise, şeffaf bir yüzeyin arkasında bulunan sisli ve buzlu bir ortamdan insanlar ile iletişim kurmaktalar. Filmde Uzaylıların yaşam ortamının kimyasal kompozisyonu hakkında detay verilmese de Dünya’nınkinden çok farklı olduğunu anlıyoruz. Burada, Star Wars ve Uzay Yolu gibi öykülerde gördüğümüz, “Evrendeki Tüm Dünya Benzeri yaşam formları birbirlerinin gezegenlerinde rahatça nefes alabilirler” klişesinin aşılmış olması, Arrival’daki uzaylıları biraz daha gerçekçi kılıyor. (Dünya ve insanın uzaylı gezegenlerin sureti olarak yaratılmış olduğu senaryolarını hariç tutuyorum.)
Uzaylılarla “Close Encounters With the Third Kind” veya “ET” tarzı kurulan diyalog, başta
oldukça naif görünse de, uzaylıların Dünyalılar’a yardım etmek için burada bulunduğu düşünüldüğüne o kadar da mantıksız değil. Neyse ki Dr. Banks ve ekibi bu defa uzaylılara orgdan B minör bir ses dizisi dinlettirmiyor, fakat ET’nin parmağı ile yapılan dramatik temas klişesi, Dr. Banks’in de kafadan bacaklı uzaylının “eline” gözleri dolarak dokunduğunda tekrarlanıyor. Dünyalı ekip başta el-kol hareketleriyle, daha sonra beyaz tahtaya büyük harflerle yazdıklarını Uzaylılar’a göstererek iletişim kurmaya çalışıyorlar. Çinli’lerin ise tahmin edeceğiniz gibi kendi yazılarını öğretmek yerine mahjong taşlarıyla iletişim kurmaya çalıştıklarını öğreniyoruz. Fakat daha sonra, hiyeroglif dilinin çözülmesinin yüzyıllar aldığı düşünülürse, uzaylı dili baş döndürücü bir hızda az-çok deşifre edilmiş oluyor. Dünyalılarla temas kurmak isteyen ve onlara yardım etmek isteyen uzaylıların mükemmel bir İngilizce aksanıyla insanlara geliş amaçlarını tane tane anlatmaları beklememiz daha mantıklı gibi görünüyor. Filmde, uzaylıların Dünya dillerini zaten bilip bilmediğini tam olarak açıklanmamış olsa da, Uzaylılar’ın, insanların kendileriyle kendi yöntemleriyle iletişim kurmalarına izin vermesi de gerçekçi. Böylece sonunda insanların zihinlerini açmış oldular.
Evrensel Dil
Arrival’daki en dahiyane fikir ise uzaylıların daha sonra “Evrensel” olduğunu anladığımız dilleri… Filmde, bu dilin uzaylıların kendi kullandıkları bir dil mi, yoksa insanların gelecekte “henüz keşfetmemiş oldukları” bir dil mi olduğu açıklanmıyor. Dr. Banks’in de tespit ettiği gibi, bu dilin uzaylıların çıkardıkları seslerle hiçbir bağı yok, yani sadece düşünceleri ve kavramları temsil ediyor. Sahiplik eklerinin, olumlu-olumsuz takıların ve zamansal ayrımların olmadığı bu dil, ebru sanatında suyun üzerinde oluşan figürler gibi, sisin içine dağılmış partiküllerin halkalar halinde şekillendirilmesi ile oluşturulan ve her biri bir cümleyi temsil eden dairesel şekiller ile yazılıyor. Oldukça ilgi çekici ve şık bir tasarıma sahip bu dilin en önemli özelliği de indirgemecilikten tamamen arınmış olması. Örneğin, milyarlarca atomdan oluşan ve karanlık madde ve enerjinin içinde yüzüyor olan bir elma, “bir”e indirgenmiyor. Çağdaş felsefecilerin bile henüz formülize etmeyi başaramadığı böyle bir dilin bu özelliğinin, filmde “silah” ve “araç” kelimelerinin aynı karakter ile temsil ediyor olması örneği ile açıklanması da dahice…
İnsanları evrensel anlayışa ve sınırları olmayan bir algı seviyesine taşımak isteyen uzaylıların Dünya’nın farklı 12 ülkesi ile ayrı ayrı irtibata geçerek ayrı kültür ve dildeki insanları birbirini anlamaya ve işbirliği yapmaya teşvik etmesi de Arrival’daki uzaylıların davranışlarını daha gerçekçi kılıyor. Arrival’daki uzaylılarımız, diğer filmlerde sıklıkla gördüğümüz gibi, yalnızca Amerikan başkanı ile konuşup Piramitler ve Taj Mahal’e ise sadece dekoratif amaçlı uzay gemisi göndermemişler.
“Büyük baba” paradoksu…
Filmin doruk noktasında, Louise aslında geleceği görebildiğini ve öğrenmeye çalıştığı uzaylı dilini aslında çoktan bildiğini fark eder. Ayrıca, uzaylıların mesajının bir ülke tarafından savaş ilanı, bir ülke tarafından müttefiklik teklifi bir başka ülke tarafından da insanları birbirine düşürme planı olarak algınlanması şeklinde ortaya çıkan Küresel yanlış anlaşılmayı da, gelecekte aldığı bilgilerle çözebileceğini anlar. Filmde, Dr. Banks uzaylılar için zamanın bizdekinin aksine “lineer” işlemediğini söylüyor olsa da, genel olarak filmde bu zaman meselesinin kaynağı tam olarak açıklanmıyor. Dr. Banks’in geleceği görme yeteneği, kendiliğinden ortaya çıkmış olabileceği gibi, uzaylıların bu yeteneği sırf ona vermek için gelmiş olmaları da mümkün. Her durumda, maalesef Arrival da zaman yolculuğunu konu alan tüm öykülerin içine düştüğü “geçmişe yolculuk yapıp büyük babayı öldürme” paradoksu tuzağından kurtulamamış gibi görünüyor. Zaman yolculuğunun teknolojik olarak mümkün olduğu hayal edilse bile bunun herhangi bir teknik destek olmadan bir “X-Men” e dönüşen Dr. Banks’in sadece kendi beyin gücüyle bunu yapıyor olması Arrival’ın en mantık dışı olan noktalarından…
“Neden Buradalar?”
Dünyalılar’la savaş noktasına gelen uzaylılar, Louise’i özel temsilci olarak Uzay Gemilerine çağırdıklarında -uzay gemisinin etrafı uçuşa yasak bölge ilan edilmişken, Louise’in anahtarını masanın üzerinden kaptığı bir pikapla rahatça geminin yakınına gidebilmesi anlamsız olsa da- Louise’e Dünya’ya geliş nedenlerinin insanlara yardım etmek olduğunu açıklarlar. Uzaylıların, “Bugün ben sana yarın sen bana” mantığıyla ölümü bile göze alarak Dünya’ya gelmeleri çok akılcı olmasa da, son yıllarda filmlerde uranyum, altın, deniz suyu, ağaçlar, beyinlerimiz ve hatta sadece aşk için Dünya’ya gelen uzaylılar gördüğümüz düşünüldüğünde, Arrival’daki nedenin çok daha mantıklı olduğu bir gerçek.
Ve son…
Neyse ki, Arrival’da Uzaylılar Dünya’yı terk ederken, etraftaki yıldızlar uzayıp birer çizgi haline gelirken, ileri doğru atılan uzay gemisinin penceresinden el sallamadılar. Muhtemelen, atom altı fiziği ve karanlık maddeyi tamamiyle kontrol edebilmelerini sağlayan bir teknoloji sayesinde uzay gemileri, kelimenin tam anlamıyla “ortadan yok olarak” Dünya’yı terk ediyor. Kuantum özellikleri kullanılarak, uzay gemisi, kendi gezegenlerinde bir anda ortaya çıkmış olabilir, veya bilinen hiçbir madde ile etkileşime geçmeyen karanlık madde kullanılarak gemileri tamamen görünmez hale gelerek ışık hızı veya ondan daha yüksek hızlarla gezegenine geri dönmüş olabilir. Genelinde olduğu gibi Arrival’ın sonu da oldukça yaratıcı.